*Kel Assouf’dan Akaline eşliğinde okuyabilirsiniz.
Yolda olmanın bir güzelliği her gün batımına apayrı bir açıdan bakmak. Onda ne gördüğümüz ise bizim iç yolculuğumuz tabii.
29 Ekim sabahı yola çıkarken boylu boyunca Anadolu’yu dolaşacak olmanın heyecanı vardı üstümüzde, ama bu kadar unutulmaz bir (ve onlarca) deneyim yaşayacağımızın farkında da değilmişiz. Tarihi belirtmemiz önemli çünkü bu deneyimi belki de olduğu gibi kılan neredeyse tüm duraklarımızın ucundan da olsa sezon dışında oluşuydu – bu demek değil ki bu yazıyı okuyup benzeri bir seyahat planlayacaklar da böyle yapsınlar ama bizim için çoğu duyguyu belirleyici olduğu kesin. Macerita ekibinin bize güzel emekleriyle hazırladığı gezi rotasını kimi değişikliklere uğratarak içimize sinen ama bir o kadar da yorucu olacağını bildiğimiz on bir günlük bir yol haritasıyla, Macerita üzerinden kiraladığımız güzelim Happy Camper karavanımızla üç kişi İstanbul Beykoz’dan yola koyulduk. Karavanımızın içi minik, dışı her benzincide insanların ilgisini çekip gelip incelemelerini istetecek kadar gösterişli, dik rampalar, çamurlu alanlarda off-road yapabilecek kadar güçlüydü.
İlk durağımız Frig Vadisi’ydi. Bildiğimiz peri bacalarının görüntüsünü alın, etrafına gürül gürül orman ekleyin, kocaman kral mezarlarıyla çevreleyin, işte karşınızda Yunan mitolojisinden Kral Midas’ın eşek kulaklarının coğrafyası.
Frigya’da ilk akşamüstümüzü yağmur eşliğinde gezerek geçirdikten sonra bir sonraki günkü Antalya yolculuğumuz için mesafe kat etmeye karar vererek bir süre daha yol gittik. İlk gece amatörlüğüyle demek isterdim ama ders almayarak maceraperest yaklaşımımızı sürdürdüğümüz için aslında gezinin genelinde yaptığımız gibi ancak hava tamamen karardıktan sonra geceyi geçirecek bir yer bulmaya koyulduk. Afyon’un İhsaniye ilçesine bağlı boş olduğunu varsaydığımız bir alanda geceyi geçirdikten sonra havanın aydınlanmasıyla duymaya başladığımız tren sesleriyle tren rayına yakın olduğumuzu fark ederek ikinci güne uyandık. Doğanın içinde uyanmak kadar güzel bir his yok. Kahvaltı ve toparlanmanın ardından yola koyulduk. Burdur’dan geçecek olduğumuz için Burdur’un şişini yemeye karar verip sanayi mahallesi içindeki Şişçi Hasan’a öğle yemeği için uğradık. Şişi de güzeldi ama kaymaklı tel kadayıfını hiç unutamayız gibi geliyor. Yolumuzun üzerinde önce Burdur Gölü’ne oradan da Salda Gölü’ne uğramaya karar verdik. Burdur Gölü ne kadar terk edilmiş hissini uyandırıyorsa, Salda Gölü de bir o kadar imara açılmış olması dolayısıyla inşaat sesleri, jandarmalar ve yasaklarla dolu. Salda Gölü’nün aslında geçilmesi yasak olan ama bunu bilmediğimiz plajında tam da mandalinalarımızı yerken yer öyle bir sallandı ki arkadaki inşaatta dinamit patlattıklarını dahi düşündük. Ne yazık ki İzmir depremiymiş. Akşamüstü ikinci durağımız olan Antalya Geyikbayırı’na ulaştık.
Josito kamp alanına girmemizle beraber dünyamız değişmiş gibi hissetmeden edemedik. Sanki artık Türkiye’de değildik. Palmiyeler altında türlü karavanlar, çadırlar, ortada yanan bir ateş ve etrafında dünyanın her yerinden insanlar, özellikle de doğa sporlarıyla ilgilenen insanlar hayal edin. Macerita ekibinin bizi karşılamasıyla kamp alanında karavanımıza bir yer bulduk ve ılık havadan da faydalanmak üzere çadırımızı açmaya karar verdik. Sanki uzun zamandır karavandaymışçasına Josito’nun akşam yemeğine koştuk ve çok lezzetli bir ızgara balık yedik. Yemek sonrası yanımızdaki slackline’ı ilk kez deneyimlemenin heyecanıyla üzerinde durmaya çalıştıysak da belli ki üzerinde durmayı becerebilmek için bir hayli çalışmak gerekiyor. Ertesi gün, güne kampın yakınlarındaki buz gibi dereye girerek başladık. Nefes egzersizleriyle ısındıktan sonra dereye girdiğinizdeki dirilme hissi anlatılmaz yaşanır. Günümüzün planı kaya tırmanışına ilk adımı atmaktı. Yıllarca deneyimli dağcı ve kaya tırmanışçı Selo ve onun yanında yetişen Asude önce teorik dersle bizi kaya tırmanışı ile tanıştırdılar.
Daha sonra dağcılık dilinde sektör diye geçen kaya tırmanışı yapacağımız bölgeye ulaştık hep birlikte. Ekipmanlarımızı çoktan yanımıza almıştık. Kaya tırmanışı için giyilen ayakkabıya şaşırmamak zor, bastığınız yeri hissedebilmek amacıyla adeta bir patik gibi. Asıl ilginç olan kısım ise son derece küçük olması. Normal zamanda bir bebeğin ayakkabısı sanacağım şeyi 38 numara olan kendi ayağımda görmek elbette ki garip hissettirdi. Kaya tırmanışını bildiğimiz hiçbir şeye benzetemedik. Ben ilk bir acaba roller coaster’a binmeye mi benzer hissettiriyor dedim ama alakası yok. Hem hayatınız iki eliniz ve ayağınızın altındaki taşı kavrayışınıza bağlıymış gibi, hem de aslında, hele de bizimkiler gibi eğitmenler/lider tırmanışçılarlaysanız, gayet güvende olduğunuzun bilincindesiniz. Müthiş bir adrenalin. Kebap sektöründeki farklı kayalarda bütün günümüzü tırmanarak geçirdikten sonra Josito’da ateş başında güzel bir akşamın bitişinde sıcacık çadırımıza döndük.
Sonraki gün ne yazık ki Geyikbayırı’ndan ayrılıp Niğde Aladağlar’a doğru upuzun (sekiz saat civarı) yolculuğumuza çıkmamız gerekiyordu. Bunca farklı yer değiştirmenin bir güzel yanı bir sonraki yer ve macera için heyecanlanmaksa hüzünlü tarafı da bulunduğunuz yeri bırakmak. Türkiye’nin her yeri ayrı bir güzel olunca böyle oluyor. Sabahtan Macerita ekibiyle Trebenna Antik Kenti’ne bir yürüyüş yaptık, ülkemizin her yanından adeta antik kent fışkırdığı için bu gezideki ne ilk ne son antik kent durağı olsa da Geyiksivrisi Dağı’nın göz alan kudretine binlerce yıllık kalıntılar içinden bakmak zevkliydi.
Daha önce ciddi bir dağcılık deneyimimiz olmamakla birlikte Aladağlar’daki Emler Zirvesi'ne çıkmak için bayağı bir heyecanlıydık. İnanılmaz manzaralar eşliğinde Niğde’ye vardık fakat havanın çoktan kararmasıyla Aladağlar Milli Parkı’na girdiğimizde ne içinde bulunduğumuz doğanın bembeyaz taşlardan ibaret duran bitki örtüsünü anlayabiliyorduk ne de artık internetin çekmediği yolda yolun nerede sonlanacağını. Dağcı arkadaşlarımız sağ olsun Wikiloc isimli offline navigasyon uygulamasının bize yardımcı olacağını söylemişti. O sayede Sokullupınar ana kamp alanına varabildik. Vardık varmasına ama asla hayal ettiğimiz gibi çadırların olduğu dağcıların kamp yaptığı bir ortamla karşılaşmadık. Tamamen terk edilmiş, bir sonraki bahar sonu sezon yeniden başlayana kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yere dönüşmüş boş alanda o gece üç-dört saat uyuyup gece üç buçukta uyanıp zirve yürüyüşüne başlamamız gerekiyordu. Tabii planlarımıza sadık kalmaya kararlıydıysak. Şimdi düşününce orada tekrar uyuyabilme fikri bile öylesine heyecanlandırırken o gece huzursuzluktan bir türlü uykuya dalamadık. İnsanın aklına hep en kötüsü gelir ya. Alışmak çok da zaman almıyor ama. Aladağlar'daki ikinci gecemizde en yakın insana ve yerleşim yerine kilometrelerce uzakta olmak fazlasıyla zevkli olmaya başlamıştı bile. Yine de o esnada, ne kadar denediysek de, zaten huzursuz ve korkarken, bir de üstüne donarken, gecenin zifiri karanlığında zirve tırmanışına başlamaya kalkışamadık. Günün ağarmasını bekledik ve ondan sonra yola koyulduk.
Aklımızda dağcılıkla ilgili önceden aldığımız öğütler vardı; zirveye çıkmak değil, inmek nihai hedefimiz olmalı ve doğa şartları el vermiyorsa biz ne kadar istesek de zirve yapmanın mümkün olmayacağı.
Gün batımından önce karavana güven içinde dönebilmek için 3723 metredeki Emler Zirvesi'ne ulaşmaktan vazgeçmiş gibiydik. Yine de hava şartları ve zaman faktörünü hesaba katarak gidebileceğimiz kadar gitmek istiyorduk. Yeterince hızlı olursak tamamlayabiliriz düşüncesi aklımızın bir köşesinde vardı ama süreç boyunca enerjimizi nasıl kullandığımız ve moralimiz, zirve maceramızın nasıl sonuçlanacağına karar verecekti. Tam da koca dağda tek başımıza olduğumuzu kabullenmeye başladığımız sırada uzakta biri olduğunu fark ettik. Türkiye’den değildi, tek başına zirveye çıkacaktı. Tırmanışta tek olmayacağımızı bilmek bizi çok rahatlattı. Dağa tırmanırken belki kaya tırmanışında olduğu kadar anda kalmaktan başka hiçbir şansınız yokmuş gibi hissetmiyorsunuz ama o da yine çokça meditatif. Kendini ve vücudunu iyi dinlemeyi ve duymayı bilmeyi gerektiriyor. Saatlerce tırmandık da tırmandık. Etrafımızdaki Mars-vari manzaraya hem şaşıra şaşıra hem doya doya. Ben ki hiç harita okumayı bilmem, en bildiğim yerde dahi kaybolurum, Wikiloc’u o kadar sevdim ki yol bulma görevini üstlendim ve bir kez dahi rotayı kaybetmemeyi başarabildim. Emler Zirvesi yolundaki babaların (üst üste konmuş rota belirten taşlar) son derece düzenli oluşunun ve rotanın kendiliğinden rahatça belirgin oluşunun da etkisi vardır elbette. 3200-3300 metre rakıma ulaştıktan sonra yükseklik hastalığı birimizi iyice etkilemeye başladı. Baktık sis de iniyor, 3225’te kendi zirvemizi yapmaya karar verdik. Güzel bir taş kütlesine bizim için anlamlı Vicks zirvesi adını verip inişe geçtik. Wikiloc’tan isteyenler Sokullupınar-Vicks rotasını bulup takip edebilirler. Toplamda sekiz-dokuz saat süren tırmanıştan sonra karavana ulaşmak, tarhana çorbası hazırlamak, çalı çırpı toplayıp yaktığımız ateşin başında şarap ve boza içip tek başınalığın keyfine varmak şu an kulağıma şiir gibi geliyor.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz yola çıktık. 10’da Adana’da Kaburgacı Cabbar’da kahvaltı etmeyi kafamıza koymuştuk. Ciğer ve kaburga ile güne başladıktan sonra Kazım Usta’nın muzlu sütünü de yanımıza yolluk aldık ve Urfa Göbeklitepe’ye doğru devam ettik. Göbeklitepe’nin havasında insana iyi gelen bir şey var. Bir tarafınız uçsuz bucaksız bozkır ova ve onun içinde belirmiş birkaç incir ve zeytin ağacı, diğer tarafınız milattan önce 9600 yılından kalma ortalama yirmi ton ağırlığında dikilitaşlar. Her yerinden akıyor toprağının bereketi. Müze kısmında neden daha derinlikli bilgiler verememişler, tarihçilerden arkeologlardan alıntılar, yorumlar alıp içeriği zenginleştirmemişler diye düşünmeden edemedik.
Göbeklitepe’nin ruhunu içimize çektikten sonra bir geceliğine duş alabileceğimiz bir otelin yolunu tuttuk. Urfa’nın mimari dokusu çok güzel. Nahit taşından evlerin renkleri, pencerelerin önünde kurutulan biberler, Arapça tabelalar. Akşam Cevahir Han’da enfes bir patlıcan çorbası ve boyumuzdan büyük çiğ köfte sofrasıyla doyduk. Sonraki yarım gün herkes kendi işini gücünü yaptı, çalıştık, dinlendik. Yağmur dolayısıyla yükselen Balıklı Göl’de kötü kokular aldık, Gümrük Han’da müthiş bir menengiç kahvesiyle künefe yedik. Öğleden sonra da Harran Ovası’na doğru yola koyulduk. Meşhur Harran evlerine gelmeden bir pazara uğrayalım dedik ama Türkçe konuşarak derdimizi pek de anlatamadık. Kümbet şeklindeki Harran evleri antik Harran Üniversite’sinin etrafında boylu boyunca. Bize örnek bir evi 12 yaşındaki Reşit rehberlik ederek gezdirdi İstanbul aksanlı Türkçesiyle.
Hava kararır gibi olduğunda Adıyaman yoluna girmiştik. Adıyaman’a vardığımızda Adıyaman Tatlı Salonu’nundan tatlı alıp biraz etrafı izledikten sonra Kahta’ya devam ettik. İlk planımız Adıyaman’a bağlı Kahta ilçesinde geceyi geçirip gün doğumunda Nemrut’a çıkmaktı ama her yandan on-on beş saniyede bir çakan şimşekler eşliğindeki yoğun yağmurun sabaha kadar süreceğini fark edince sonraki sabah günün doğmayacağına emin olduk. Yine de Kahta’da bir benzincide geceyi geçirmek içimize sinmeyince Nemrut’a doğru yola devam ettik. Hızımızı alamayıp kendimizi saat gece on bir civarı Nemrut Dağı’nda arabayla çıkılan en son noktada bulduk. Etraf kapkaranlık ve baya da fırtınalı olunca arabadan inip arkaya karavana bile geçmeye çekindik. Olduğumuz yerde uyurmuş gibi yapıp sabah olmasını bekledik. Doğada olunca geceyle gündüzün farkı çok daha çarpıcı oluyor. Gece imkânsız veya çok zor ve ürkütücü gelen şeyler, gündüz o kadar basit ve rahat ki. Ne yazık ki yağmur o gün hiç dinmedi. Sabah dağın eteklerinde Karadut Köyünde Işık Pansiyon’u bulup ona sığındık. Sıcak çay ve kahvaltı çok iyi geldi. Günü orada sığınarak geçirdiysek de adrenalin arayışındaki taraflarımız yol alma isteğindeydi. Akşamüstü Cendere Köprüsü etrafında kamp yaparız o geceliğine diyerek yola çıktıysak da sonraki sabah da güneşin açmaktan vazgeçmesiyle Nemrut’a çıkma meselesini bir sonlandıralım dedik; olmayan gün batımıyla bu işi bitirmeye karar verdik. Başımıza çok fazla talihsizliğin geleceğini hava bize çoktan işaret etmiş. Görmek isteyene. Nemrut’u tanrıların ihtişamıyla değil de karavanı açmaya çalışırken uçan ve akabinde on beş dakika boyunca arayıp zar zor bulduğumuz araba anahtarı ve daha sonra da biten aküyle hatırlayacak olmak trajikomik. Artık Nemrut’a Kasım’da çıkmamak gerektiğine eminiz. Ama ömürlük anılar da ancak böyle birikiyor. Sırılsıklam kıyafetlerimizi değiştirip Adıyaman’da sıcak yemek yemeye karar verince Kebapçı Beko’ya gittik. Her şeyi enfesti. Geceyi şehir içindeki Perre Antik Kenti’nin otoparkında geçirmeye karar vermiştik ama polisler gelip gitmemizi isteyince Migros otoparkında karar kılmak zorunda kaldık.
Sabah Konya’ya doğru yola çıktık çıkmasına ama dönüş yoluna geçmenin burukluğu üstümüzdeydi. Altı-yedi saatin sonunda Meke Krater Gölü’ne geldiğimizde ise bayağı şaşırdık. Türkiye’nin nazar boncuğu diye resimlerde anılan haline hiç benzememekle birlikte gezimizin Aladağlar sonrasında ikinci kere uzayda bir kenarlardaymışız hissi veren yerindeydik. Karapınar ilçesine bağlı sanayi bölgesi o kadar yakınına kurulmuş ki krater gölünün, ne su kalmış ne başka bir şey. Yine de insan büyüleniyor. Yine hiçlik ortasında anlatılmaz yaşanır bir gün batımı ve akşam yemeği. Sonra da artık çoktan doğanın saatiyle yaşar hale geldiğimizden erkenden uyuduk. Sabah krater gölünün ortasına doğru bir süre arabayla off-road tırmandıktan sonra Konya’da ilk bir bamya çorbasıyla doyduk sonra da Bolu Yedigöller’in yolunu tuttuk.
Yedigöller yolu ne kadar güzel manzaralar sağlıyorsa insana, milli parkın içi de bir o kadar yürek yakıyor. Doğada tıkış tıkış kalabalığın yarattığı tezatın yanı sıra kanalizasyon kokuları ve etraftaki çöpler bir daha Yedigöller’e gelmem dedirtti bize. Yine de ateşimizi yakıp onun başında Amerika’nın yeni başkanıyla dünyada yaşanabilecek değişime heyecanlandık.
On bir gün insanı ister istemez yoruyor; son sabah Abant’taki yumuşacık kaymaklı kahvaltıdan sonra eve varıp sıcak duş alıp temiz nevresimler içinde uyumanın heyecanı illa ki vardı. Ama karavanın zevki de huzuru da macerası da heyecanı da unutulmazdı.
Şu hayatta denemek çok kıymetli şey, umarım ki hep deneyebilelim.